Devletin Hâkimiyeti Altında Bulunan Kişilerin Yaşamlarını Koruma Yükümlülüğü
1. Genel Değerlendirme
Devletin sorumluluğu, yalnızca insan haklarına saygı
göstermekle sınırlı değildir. Devlet aynı zamanda, bu hakların etkin bir
şekilde güvenceye kavuşturulmasından da sorumludur. Devletlerin insan hakları
ihlallerini önleme konusunda “özen yükümlülükleri” söz konusudur ve bu yönde
gerekli tedbirleri almayan devletler “özen eksikliği” nedeniyle sorumlu
tutulabilmektedir.[1]
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM/Mahkeme)
yerleşmiş içtihatlarına göre, yaşama hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin (AİHS/Sözleşme) 2. maddesi, devlete sadece kasten ve hukuka
aykırı olarak öldürmekten kaçınmayı (negatif yükümlülük) öngörmemektedir. Aynı
zamanda, egemenlik alanı içinde bulunan kişilerin yaşamlarını korumak için
gerekli tüm tedbirleri almayı (pozitif yükümlülük) da emretmektedir.[2] Bu
bağlamda, devletlerin yaşama hakkının etkin bir şekilde korunmasını sağlamaya
yönelik hukuki, idari veya yargısal tedbirler alması, bir zorunluluk olarak
ortaya çıkmaktadır.[3]
Bu yükümlülük, bir kişi zor kullanma ya da başka bir olay neticesinde öldüğünde
etkin resmi bir soruşturma yapılmasını da içermektedir.[4]
Devletlerin yaşamı koruma yükümlülüğü, yaşamı tehdit
eden doğal afetler, salgın hastalıklar vb. çevresel risklerle (ve tehlikeli faaliyetlerle) ilgili olaylar açısından da söz konusudur.[5] Bu
çerçevede, hastalık vb. nedenlerle yaşamları tehlikeye giren kişilerin etkin
şekilde korunmaları için devletin pratik önlemler alması bir zorunluluktur.
Yine pozitif yükümlülüğün bir gereği olarak
devletler, hâkimiyetleri altında bulunan kişilerin yaşamlarını korumak için
gerekli tedbirleri almak zorundadırlar. Bu yükümlülük özellikle, hassas konumda
bulunan hapishanedeki mahkûm ve tutuklular, nezarethanedeki şüpheliler,
askerlik hizmetini yapmakta olanlar ve hastanede tedavi altında olan akıl hastaları
açısından geçerlidir. Hâkimiyeti altında bulunan bu kişilerin sadece intihar
değil, somut olayın koşullarına göre, örneğin cezaevinde çıkan bir yangın ya da
salgın hastalık sonucu gibi çok faklı nedenlerle ölümlerinden de devlet sorumlu
tutulabilir.
AİHM’e göre ulusal mevzuat, cezaevi yetkililerine,
tutuklu veya hükümlü kişilerle ilgili daha duyarlı ve dikkatli olma görevi
yüklemeli, bu kişilerin yaşamlarının tehlikeye atılmasını önleyici tedbirler
öngörmelidir. Gözetim ve doktor muayenesi sisteminin yerleştirilmesi gibi
yaşama karşı risklerin azaltılmasına yönelik somut önlemlerin alınması
gerekmektedir. Somut olayın meydana geldiği koşullara bağlı olarak, daha sıkı
önlemlerin alınması da gerekebilir.[6]
Özetle devletin, cezaevi gibi tamamıyla kontrolü
altındaki yerlerde meydana
gelen bir ölümden sorumlu tutulabilmesi için;
Ø
Yetkililerin
bireyin yaşamına yönelik gerçek ve yakın (real and immediate) bir tehlikenin var olduğunu biliyor olmaları ya da olayın gerçekleştiği şartlar göz önünde
bulundurulduğunda bilmeleri gerekmesi,
Ø
Buna rağmen,
riski önlemek adına makul tedbirlerin alınmamış olması gerekmektedir.
Diğer taraftan, örneğin gözaltı veya cezaevi gibi
devletin kontrolü altındaki bir yerde ölüm ya da yaralanma meydana geldiğinde
ispat yükü, olayın nasıl olduğunu tatmin edici ve ikna edici bir şekilde
açıklaması için devletin üzerindedir. Zira bir kişinin gözaltında ya da
cezaevinde öldüğü (ya da yaralandığı) durumlarda, bu kişi zayıf (dezavantajlı)
konumdadır ve olayın nasıl olduğuyla ilgili bilgiler, sadece ya da büyük
ölçüde, devletin erişimine açıktır. Bu nedenle, ispat yükü tersine
çevrilecektir. Bu durumda devlet, ölümün, görevlilerinin sorumluluğunda
olmadığını ortaya koymalıdır. Aksi takdirde, meydana gelen ölüm olayından Sözleşme
çerçevesinde sorumlu tutulabilecektir.[7]
2. İç Hukuk Yollarının Tüketilmesi
Sorunu
Devletin pozitif yükümlülüğünün bir parçası olan etkin soruşturma yapma
yükümlülüğü, sadece kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilen ölümler
açısından değil, aynı zamanda, her türlü hukuka aykırı ya da şüpheli (doğal
olmayan) ölümler açısından da geçerlidir. Daha açık bir ifadeyle, devletin
etkin soruşturma yükümlülüğü, kamu görevlilerinin yanı sıra, üçüncü (özel)
kişiler, tespit edilemeyen (faili meçhul) kişiler ve hatta kişinin kendisi
(intihar) ölüme sebebiyet vermiş olsa da söz konusudur. Devlet, bir olayda
öldürmeme ya da yaşamı koruma yükümlülüklerini ihlal etmemiş olsa da, ölümün
sebebini, şeklini ve sorumlularını ortaya çıkarmaya elverişli etkin bir
soruşturma yapmakla mükelleftir.[8]
Diğer taraftan, sorumluluğun türü ve derecesi, olayın meydana geldiği
şartlara bağlı olarak (kasten öldürme ya da taksirle ölüme neden olma vb.)
değişecektir.[9] AİHM, birçok
kararında, tıbbi uygulama hatası gibi yaşama hakkına ya da fiziksel bütünlüğe
yönelik ihlallerin kasıtlı olmadığı durumlarda, "etkili bir adli
sistem" kurmayı gerektiren pozitif yükümlülüğün, her davada cezai işlem
başlatmayı gerektirmediğini belirtmiştir. Özel, idari ve hatta disiplinle
ilgili hukuk yollarının mağdurlara açık olmasının, yeterli olabileceğini ifade
etmiştir.
Bu tür başvurularda, hiçbir engel bulunmamasına
rağmen, hukuk ya da idari dava yoluna başvurulmamışsa AİHM, genellikle,
Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. ve 4. fıkraları gereğince iç hukuk yolları
tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemezlik kararları vermektedir.[10] Mahkeme,
şartlı tahliyeden yararlanarak serbest bırakılan kişilerin, bir bankayı
soyduktan sonra kaçmak amacıyla orada bulunan bir vatandaşın aracını gasp etmek
için bu kişiyi öldürdükleri bir olayda da, aynı yaklaşımı sergilemiştir.[11]
Benzer şekilde, 16 yaşındaki bir çocuğun Zağnos Paşa Camisi’nin bahçesinde
bulunan belediyeye ait havuza düşmesi ve havuzdaki su motorunda meydana gelen
elektrik kaçağı nedeniyle elektrik çarpması neticesinde hayatını kaybetmesi
olayında, tazminat davası açılmadığı için iç hukuk yolları tüketilmediği
gerekçesiyle başvuru kabul edilemez bulunmuştur.[12]
Mahkeme’ye göre, özellikle tıbbi uygulama hatalarına ya da tıbbi ihmallere (özensizliklere) özgü
olaylarda, hukuk sistemi ilgili kişilere, cezaya ilişkin bir başvuru ile
birlikte ya da tek başına, ilgili sağlık personelinin sorumluluğunu ortaya
koymak ve gerektiğinde tazminat ödenmesini sağlamak amacıyla hukuk ya da idare
mahkemelerinde de bir başvuru yolu sunuyorsa, pozitif yükümlülük yerine getirilmiş
olacaktır.[13]
Konuya ilişkin çok sayıda AİHM içtihadı birlikte değerlendirildiğinde;
bizzat kamu görevlilerinin müdahalesi ile gerçekleşen ölüm olaylarında ceza
davasının, kamu görevlilerin yeterli önlemler almaması nedeniyle gerçekleşen
ölüm olaylarında ise hukuk davasının ya da idari davanın ön plana çıktığı
sonucunu çıkarabiliriz. Dolayısıyla, örneğin kolluğun zor kullanmasına ilişkin
bir ölüm olayında, iç hukuktaki cezai sürecin tamamlanmasından sonra bireysel
başvuruda bulunulması gerekmektedir. Buna karşın, örneğin cezaevinde yeterli
sağlık hizmetinin verilmemesinden kaynaklanan bir ölüm olayında, tazminat
davasına ilişkin sürecin tamamlanmasından sonra bireysel başvuruda bulunulması yerinde
olacaktır.
Ancak somut olayın koşullarına bağlı olarak farklı durumlar ortaya
çıkabilir. Örneğin AİHM, 9 Nisan 2013 tarihli Mehmet Şentürk ve Bekir
Şentürk-Türkiye kararında, tıbbi uygulama hatası ve ihmallerle ilgili içtihadına farklı bir
boyut kazandırmıştır. Davaya konu somut olayda, hamile bir kadına, aynı gün
içerisinde birçok hastaneye müracaat etmesine rağmen ciddi bir tedavi
uygulanmamıştır. En son acil olarak gittiği hastane tarafından da para talep
edilmesi üzerine, ambulansla başka bir hastaneye sevk edildiği sırada, hayatını
kaybetmiştir. Bu davada, başvuranlar, hiçbir tazminat davası açmadan, ceza
davalarının sonuçlanmasından sonra AİHM’e başvurmuşlardır. Mahkeme, önceki
kararlarının aksine, bu davayı, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle
kabul edilemez bulmamıştır. İç hukukta yürütülen ceza soruşturması ve
kovuşturması süreçlerini ayrıntılı bir incelemeye tabi tutmuştur ve etkin
soruşturma yapılmadığı gerekçesiyle 2. maddenin usul yönünden (ayrıca esastan
da) ihlal edildiğine karar vermiştir.[14]
Diğer taraftan, birden fazla iç hukuk yolu
bulunduğunda, hangisini tüketeceğine karar verme yetkisinin başvurucuya ait
olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, kendi davasına en uygun hukuk
yolunu seçmek, başvurana düşmektedir. Potansiyel olarak birden fazla etkili
hukuk yolu varsa, başvuranın bunlardan sadece bir tanesini kullanması
yeterlidir.[15]
Bir hukuk yolu tüketilmiş ise, esasen aynı amacı taşıyan bir diğer hukuk yolunu
tüketmek gerekli değildir.[16]
3. Devletin cezaevinde bulunan
kişilerin yaşamlarını koruma yükümlüğü
Öncelikle, tamamıyla devletin hâkimiyeti altında bulunan cezaevindeki
tutuklu ve hükümlülerin son derece hassas konumda oldukları ve devletin bu
kişilerin yaşamlarını korumak için gerekli tüm tedbirleri almak açısından özel
bir “özen yükümlüğü” altında bulunduğu son derece açıktır.
Kişinin yaşamını tehdit eder nitelikte ağır bir hastalığının varlığına
dair doktor raporunun bulunması veya bu yönde dilekçeyle ya da sözlü olarak
başvuru yapması durumunda, yaşama yönelik gerçek ve yakın bir tehdit bulunduğunun
kamu görevlileri tarafından bilindiği kabul edilecektir.[17] Bu
durumda, ulusal makamlar, yaşama yönelik bildikleri bu gerçek ve yakın bir
tehlikeyi bertaraf etmek için
kendilerinden beklenebilecek her türlü tedbiri olmakla görevlidirler. Aksi
halde, cezaevinde bulunan kişilerin yaşamlarını yitirmelerinden devlet sorumlu tutulacaktır.
Bu şartlarda yaşamlarını kaybeden kişilerin yakınlarının, somut olayın
koşullarına bağlı olarak, vakit kaybetmeksizin sorumlular hakkında cezai ve
hukuki süreçleri (veya idare aleyhine tam yargı davası sürecini) başlatmaları
gerekmektedir. Sonuç alamamaları halinde, Anayasa Mahkemesi ve sonrasında
AİHM’e bireysel başvurularda bulunmaları elzemdir.
Başvurucuların, yakınlarının devletin kontrolü altında yaşamını
yitirdiğini ortaya koymaları ve ellerinde mevcut belgelere dayanarak devletin
bu öngörülebilir ve önlenebilir ölüm olayından sorumlu olduğundan şikâyet
etmeleri yeterli olacaktır. Bu durumda, olayın gerçekleştiği tüm şartları ve
sorumluları ortaya çıkaracak etkin bir soruşturma yapma ve somut olayda gerekli
tüm tedbirlerin alındığını ortaya koyma yükümlülüğü devlete ait olacaktır.
Özetle; devletin, mutlak hâkimiyeti altında bulunan cezaevindeki
kişilerin sağlıklarını ve yaşamlarını korumaya yönelik her türlü etkin tedbiri
almakla yükümlü olduğunu ifade edebiliriz. Bu tedbirler arasında, gerektiğinde
tutuklunun tahliye edilerek ya da hükümlünün cezasının ertelenerek hastane
şartlarında tedavisinin devam ettirilmesi de sayılabilir. Zira tutuklama
tedbirinin ifasının veya cezanın infazının yaşama hakkından üstün tutulamayacağı
açıktır. Yaşamını kaybedenlerin yakınlarının, tüm ulusal ve uluslararası hukuki
süreçleri sabırla ve sonuna kadar takip etmeleri büyük önem arz etmektedir.
Ortaya çıkacak netice, kaybettikleri kişileri geri getirmese de, sorumluların
hesap vermeleri ve benzer olaylar yaşanmaması adına devletin daha sıkı
tedbirler alması açısından zorlayıcı bir faktör olacaktır.
[1] Işıl Karakaş,
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Yaşam Hakkı: Mc Cann’dan Kaya Kararına”, Türkiye’de İnsan Hakları, Ankara:
Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü İnsan Hakları Araştırma ve Derleme
Merkezi Yayını, 2000, s.202-203; Hasan Bakırcı, “Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’ne Üye Devletlerin Sözleşme’den Kaynaklanan Pozitif Yükümlülükleri”,
50. Yılında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi ve Türkiye, Uluslararası Sempozyum, Ahmet Taşkın (Ed.), Ankara:
Türkiye Adalet Akademisi Yayınları, 2009, s.34.
[2] Örneğin bkz.
L.C.B.-Birleşik Krallık Kararı, no.23413/94, 9 Haziran 1998, p.36;
Osman-Birleşik Krallık Kararı, [BD], no.23452/94, 28 Ekim 1998,
p.115; Calvelli ve Ciglio-İtalya Kararı, [BD], no.32967/96, 17 Ocak 2002, p.48; Kontrova-Slovakya Kararı, no.7510/04, 31 Mayıs 2007, p.49;
Giuliani ve Gaggio-İtalya Kararı, [BD], no.23458/02, 24 Mart 2011, p.208.
[3] Françoise
Tulkens, “Genel Olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması”, 50. Yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
ve Türkiye, Uluslararası Sempozyum, Ahmet Taşkın (Ed.), Ankara: Türkiye
Adalet Akademisi Yayınları, 2009, s.12; B. G. Ramcharan, “The Concept and
Dimensions of the Right to Life”, The
Right to Life in International Law, B. G. Ramcharan (Ed.), The Netherlands:
Martinus Nijhoff Publishers, 1985, s.17.
[4] Philip Leach,
Taking a Case to the European Court of
Human Rights, 3rd Edition, New York: Oxford University Press, 2011, s.184.
[5]
Öneryıldız-Türkiye Kararı, [BD], no.48939/99, 30 Kasım 2004, p.90-91.
[6] Jean-François
Akandji-Kombe, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Pozitif Yükümlülükler,
İnsan Hakları El Kitapları, No.7, Heval Çınar ve Abdulcelil Kaya (çev.),
Belçika: Avrupa Konseyi Yayınları, 2008, s.28. Örneğin bkz. Tanrıbilir-Türkiye Kararı, no.21422/93, 16 Kasım 2000, p.74;
Keenan-Birleşik Krallık Kararı, no.27229/95, 3 Nisan 2001, p.90-91.
[7] Velikova-Bulgaristan Kararı, no.41488/98, 18 Mayıs 2000, p.70;
Salman-Türkiye Kararı, [BD], no.21986/93, 27 Haziran 2000,
p.100; Tanlı-Türkiye Kararı, no.26129/95, 10 Nisan 2001, p.142;
Süheyla Aydın-Türkiye Kararı, no.25660/94, 24 Mayıs 2005, p.147;
Çelikbilek-Türkiye Kararı, no.27693/95, 31 Mayıs 2005, p.66;
Musayev ve Diğerleri-Rusya Kararı, no.57941/00, 58699/00 ve 60403/00, 26
Temmuz 2007, p.144; Mansuroğlu-Türkiye Kararı, no.43443/98, 26 Şubat 2008, p.80;
Varnava ve Diğerleri-Türkiye Kararı, [BD], no.16064/90, 18 Eylül 2009,
p.183; Finogenov ve Diğerleri-Rusya Kararı, no.18299/03 ve 27311/03, 20 Aralık
2011, p.237.
[8] Osman Doğru ve Atilla Nalbant, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-Açıklamalı
ve Önemli Kararlar, Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları
Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi, Cilt.1, Ankara: Şen
Matbaa, 2012, s.21; Karen Reid, A Practitioner's
Guide to The European Convention on Human Rights, 4th Edition, London:
Sweet & Maxwell, 2012, s.772; Lech Garlicki, “The Right to Life under the
European Convention on Human Rights”, İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Adli Yargı Sempozyumu, Ankara: Türkiye Barolar
Birliği Yayınları, 2004, s.97; Durmuş Tezcan, Mustafa Ruhan Erdem, Oğuz
Sancakdar ve Rifat Murat Önok, İnsan Hakları El Kitabı, 4.Baskı, Ankara: Seçkin Yayıncılık,
2011, s.125; Javaid Rehman, International Human Rights Law, London:
Pearson, 2010, s.188; David Harris, Michael O’Boyle ve Colin Warbrick, Law of the European Convention on Human
Rights, 2nd Edition, New York: Oxford University Press, 2009, s.48;
Elisabet Fura, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Uygulamasında Aile İçi Şiddet”, 50. Yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
ve Türkiye, Uluslararası Sempozyum, Ahmet Taşkın (Ed.), Ankara: Türkiye
Adalet Akademisi Yayınları, 2009, s.73.
[9] Harris, O’Boyle ve Warbrick, s.38;
Akandji-Kombe, s.36.
[10] Örneğin bkz.
Gülender Kaya-Türkiye Kararı, no.73296/01, 4 Ekim 2005.
[11] Mastromatteo-İtalya Kararı, [BD], no.37703/97, 24 Ekim
2002.
[12] Eyüp Güvenç ve Diğerleri-Türkiye Kararı, no.43036/08, 21 Mayıs
2013.
[13] Örneğin bkz. Calvelli ve Ciglio-İtalya Kararı, p.51; Vo-Fransa Kararı, [BD], no.53924/00, 8
Temmuz 2004, p.90; Fedina-Ukrayna Kararı, no.17185/02, 2 Eylül 2010,
p.62.
Anayasa Mahkemesi de, bu konuda AİHM ile benzer bir yaklaşım
sergilemiştir. Örneğin, 03.04.2014 tarihli (Başvuru Numarası: 2013/2839) kararına
konu somut olayda başvuran, doktorların ihmal ve kusurları nedeniyle kızının
hayatını kaybettiğini iddia etmiş ve ilgili doktorlar hakkında suç duyurusunda
bulunmuştur. Daha sonra başvuran, AİHS’in 2, 6 ve 13. maddelerinde düzenlenen
haklarının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa
Mahkemesi, tıbbi ihmallere ilişkin şikâyetler konusunda temel başvuru yolunun, hukuk veya idari
tazminat davası yolu olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle, başvuru yollarının
tüketilmemiş olduğu gerekçesiyle kabul edilmezlik kararı vermiştir
(http://www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr/BireyselKarar/Content/c15e400d-db96-4c27-b702-f1bd021364a3?higllightText=t%C4%B1bbi%20ihmal&wordsOnly=False
10 Kasım 2014).
[14] Bu karardan, Mahkeme’nin, sağlık
hizmetinin hiç sağlanmaması ile yanlış tedavi uygulanması arasında bir ayrım
yaptığı sonucu çıkarılabilir. İkinci durumda, hukuk davasıyla kişinin
haklılığını ortaya koyabilmesi ve tazminat alabilmesi yeterli görülürken, ilk
durumda, etkin bir ceza soruşturması yapılmamış olması ihlal nedeni
sayılmaktadır.
[15] Moreira
Barbosa/Portekiz (k.k.), no.65681/01, 21/12/2004; Jeličić/Bosna Hersek (k.k.),
no.41183/02, 31/10/2006; Karakó/Macaristan, no.39311/05, 28/04/2009,
p.14; Aquilina/Malta [BD], no. 25642/94, 29/04/1999, p. 39.
[16] Riad ve
Idiab/Belçika, nos.29787/03, 29810/03, 24/01/2008, p.84;
Kozacıoğlu/Türkiye [BD], no.2334/03, 19/02/2009, p.40 vd.; Micallef/Malta [BD],
no.17056/06, 15/10/2009, p.58; Jasinskis/Letonya, no. 45744/08,
21/12/2010, p.50 ve 53-54.
[17] Benzer
şekilde, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” olarak nitelendiren ve dünya
genelinde bir milyondan fazla kişinin hayatını kaybetmesine neden olan korona
virüs salgınının, yaşama karşı son derece ciddi bir risk oluşturduğu hususunda
hiçbir tereddüt bulunmamaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder