Anayasa Mahkemesi AİHM’e Direnebilir Mi?
Bu yazıda,
Anayasa Mahkemesi’nin AİHM’le açıkça ve kasten (bilerek ve isteyerek)
çeliştiği, başka bir ifadeyle AİHM’e “direndiği” 04/06/2020 tarihli Yıldırım Turan (B. No: 2017/10536) kararını yorumlamaya
çalışacağım.
Söz konusu
karar, eski bir hâkim olan başvurucunun suçüstü hali bulunduğu gerekçesiyle, hâkimlik
teminatı göz ardı edilerek tutuklanmasına ilişkindir. Başvurucu, mesleğinden
kaynaklanan güvencelere riayet edilmeksizin tutuklanması nedeniyle kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi, açıkça dayanaktan yoksun olduğu
gerekçesiyle söz konusu başvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermiştir.
Oysaki
benzer bir başvuruda (Hakan Baş ve daha öncesinde Alparslan Altan) Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM), hâkimlik/savcılık mesleğinden kaynaklanan güvencelere
riayet edilmediği gerekçesiyle tutuklama tedbirinin “kanuna uygun olmadığı”
sonucuna varmıştı. AİHM, belirtilen kararda, hükûmetin suçüstü hali bulunduğu
ve kişisel suçların soruşturulması ve başvurucunun tutuklanması için özel bir
usul gerekmediği yönündeki görüşünü kabul etmemiştir. Yargıtay dâhil olmak
üzere iç hukuktaki yargı mercilerin darbe teşebbüsünden sonra tutuklanan yargı
mensupları hakkında ağır cezalık suçüstü hâlinin bulunduğu yönündeki değerlendirmelerinin “hâkim teminatını” ortadan kaldırdığını
vurgulamıştır.
Anayasa
Mahkemesi, AİHM’in bu yorumu nedeniyle yargı mensuplarının tutuklanmalarına
ilişkin iç hukukta öngörülen usulleri tekrar değerlendireceğini ifade etmiştir
(p. 114). Böylece Anayasa Mahkemesi, AİHM
kararını doğrudan uygulamayacağını, ancak başvuruya konu somut olaya ilişkin
meseleyi yeniden inceleyeceğini belirtmiştir.
Bu tür bir
incelemenin AİHM kararlarının bağlayıcılığını zedeleyip zedelemeyeceğine
ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi şu dikkat çekici cümleleri sarf etmiştir:
“AİHM’in kesinleşmiş kararları bağlayıcı
olmakla birlikte, Türk hukukunda yargı mensuplarının tutuklanmasına ilişkin kanun hükümlerinin yorumlanması Türkiye
Cumhuriyeti’nin kamu gücü makamlarına ve nihai olarak mahkemelerine ait bir
yetkidir. Türk mahkemelerinin ulusal hukuka ilişkin yorumlarının
Sözleşme’de güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ihlal edip etmediğini
incelemek AİHM’in yetkisinde ise de AİHM’in
ulusal mahkemelerin yerine geçerek ulusal hukuku ilk elden yorumlaması uygun
görünmemektedir. Türk hukukundaki kanun hükümlerinin anlamlandırılmasında
ve yorumlanmasında Türk mahkemeleri
AİHM'e göre çok daha iyi konumdadır” (p. 117).
Bu
ifadeler, AİHM kararlarının bağlayıcılığı
olduğuna yer veren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46. maddesi ile temel
hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların çelişmesi
halinde uluslararası antlaşma
hükümlerine üstünlük tanıyan Anayasa’nın 90. maddesine aykırıdır. Anayasa
Mahkemesi, AİHM’in açıkça ihlal tespit
ettiği alanlarda bile sadece tekrar değerlendirme yapacağını, ancak nihai
takdir hakkının kendisine ait olduğunu ifade etmiştir. Dahası, AİHM’in
farklı bağlamda kullandığı “iç hukuku yorumlamada yerel mahkemelerin kendisine
göre daha iyi konumda olduğu” cümlesini amacından saptırarak, “istediğim zaman AİHM kararlarına
uymayabilirim” anlamı çıkarmıştır. Oysaki AİHM, bu cümleden sonra
çoğunlukla bu durumun kendisinin denetim
görevini ortadan kaldırmadığını vurgulamaktadır. Zaten aksi bir yorum,
Sözleşmenin denetim mekanizmasını fiilen işlevsiz hale getirecektir.
Benzer bir
durum Anayasa Mahkemesi için de geçerlidir. Örneğin bir ağır ceza mahkemesinin
“daha iyi konumda olduğu” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararına
uymaması düşünülemez. Böyle bir yorum, Anayasa Mahkemesi’ni denetim yetkisini
ortadan kaldıracak ve etkin iç hukuk yolu olmaktan çıkaracaktır.
Anayasa
Mahkemesi ayrıca, “AİHM'in Türk hukukundaki kanun hükümlerini yorumlayarak
yargı mensuplarının tutuklanmalarının ulusal hukuka uygun olmadığı yönünde
ulaştığı tespitin Sözleşme’nin
yorumlanmasıyla ilgili olmadığını”, bu tespitin “Türk hukukunun ne
olduğuyla ilgili bir yargı içerdiğini”, bu nedenle konunun Anayasa Mahkemesi
tarafından yeniden incelendiğini, AİHM’le farklı bir sonuca ulaşması halinde
ise, bunun “AİHM kararlarının Türk hukuk sistemindeki yeri ve önemiyle çelişen
bir durum olarak kabul edilmemesi gerektiğini” savunmuştur (p. 119).
Bu
ifadelerle zannediyorum AİHM’in “fourth-instance”
yani "temyiz merci/dördüncü derece mahkemesi" olmaması kastediliyor. Konuyu biraz
açmak gerekirse, çok sayıda kararında belirttiği üzere AİHM, bir üst mahkeme
veya Taraf Devletlerin mahkemeleri tarafından verilen kararları bozan, ulusal
mahkemelerin baktığı davaları yeniden yargılayan ya da inceleyen bir temyiz
merci değildir.
Buna
karşın, çok tabidir ki, devletlerin insan
hakları konusunda üstlendikleri taahhütlere uyup uymadıklarını
incelemektir. Bu bağlamda, ulusal
mercilerin ulaştığı tespit ve sonuçların adalete ve sağduyuya aykırı şekilde
açıkça keyfi olması ve kendiliğinden Sözleşme'yi ihlal etmesi halinde AİHM,
elbette ki söz konusu tespitleri ve varılan sonuçları sorgulayabilecektir (Sisojeva
ve Diğerleri/Letonya [BD], § 89). Dolayısıyla iç hukukun olgusal ve hukuki temelden yoksun şekilde, açıkça keyfi
yorumlandığı ve uygulandığı, usulü güvencelere riayet edilmediği durumlarda AİHM’in
müdahale ederek ihlal tespit etme yetkisi her zaman saklıdır.
Bu kararla
Anayasa Mahkemesi, kendisi öyle uygun gördüğünde, AİHM kararlarına
uymayabileceğini göstermiş ve söz konusu başvuruda ihlal tespit etmeyerek AİHM’le “açıkça ve bilinçli olarak”
çelişmiştir. Başka bir ifadeyle AİHM
kararına karşı bir nevi “direnme kararı” vermiştir.
Türk
Anayasa Mahkemesi, maalesef Azerbaycan Anayasa Mahkemesi olma yolunda
ilerlemektedir. Özellikle, konjonktürel olarak siyasal iktidarın tepkisini
çekebilecek bireysel başvurularda, çoğu zaman kendi ve AİHM içtihatları ile
çelişme pahasına ret kararları verebilmektedir.
Anayasa
Mahkemesi’nin bu açık tavrı karşısında AİHM’in, en azından haksız tutukluluk konusunda, Anayasa Mahkemesi’nin artık
etkin bir iç hukuk yolu olmadığına karar vermesi gerektiği kanaatindeyim.
Böylece, hiç olmazsa haksız tutukluluğa ilişkin başvuruların daha fazla vakit kaybetmeksizin doğrudan
AİHM’e taşınabilmesinin önü açılmalıdır. Daha önce AİHM, mülkiyet hakkına
ilişkin bazı başvuruları, Yargıtay’ın konuyla (orman vasfını kaybetmiş
arazilerle) ilgili içtihadı istikrar kazandığı ve kendi kararları ile açıkça
çeliştiği için doğrudan kendisine yapılan başvuruları kabul etmekteydi. Benzer
bir yaklaşımın sergilenmesi, en makul çözüm görünmektedir.
AİHM’in pratik ve pragmatik kaygılarla pasif kalarak Anayasa Mahkemesi’nin etkinliğini hala sorgulamaması, maalesef hak arama yollarının uzamasına ve zorlaşmasına neden olmaktadır. Dahası, hak ihlallerine maruz kalanları hayal kırıklığına, ümitsizliğe ve endişeye sevk etmektedir. Şüphesiz ki bu durum AİHM’in kuruluş amacına aykırılık oluşturmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder