AİHM: Hayal Kırıklığı Mı, Aşırı Beklenti Mi?
Bir
önceki yazıda, AİHM’e yönelik eleştirilerde kullanılan üslubun hak arama
yollarını kullanma motivasyonu üzerindeki etkisine değinmiştim. Bu yazıda ise,
başlıca eleştirilere yer vererek katıldığım ve katılmadığım hususları
açıklamaya çalışacağım.
AİHM’e
yönelik eleştirilerden birisi, geç karar vermesidir. AİHM özellikle 2000’den
sonra, aşırı iş yükü ile karşılaşmasının neticesinde, kendi makul sürede
yargılanma hakkı içtihadına aykırı şekilde geç kararlar vermeye başlamıştır.
AİHM’in başvuruları uzun sürede sonuçlandırması sorunu, kronik ve yapısal bir
sorundur. Bir önceki yazıda ifade etmeye çalıştığım üzere, AİHM’in son yıllarda
kasti olarak geç karar verdiği iddiasının somut verilerle, örneğin hangi
yıllarda ne kadar başvuru yapıldığının ve ortalama ne kadar sürede karar
verdiğinin tespit edilerek ortaya konulması gerekmektedir.
AİHM,
her yıl Ocak ayında bir önceki yıla ilişkin istatistiki verileri
paylaşmaktadır. Ancak bu veriler arasında ortalama ne kadar sürede karar
verdiğine dair maalesef bir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, böyle bir
çalışma ancak somut başvurulardan hareketle başvuru ve karar tarihleri
incelenmek suretiyle elde edilebilecektir.
AİHM’in
15 Temmuz sonrası kendisine yapılan yoğun başvuruların hepsini kısa sürede
sonuçlandırması elbette ki mümkün değildir. Ancak bu başvurular arasından örnek
teşkil edebilecek bazılarına öncelik vererek karara bağlamak yerine, pasif
konumda kalmayı tercih etmiştir. Bu tercih, AİHM’e karşı güveni sarsmış ve hak
ihlallerinin katlanarak devam etmesine uygun zemin hazırlamıştır.
AİHM’e
yönelik eleştirilerden bir diğeri ise, Türkiye’den
üst düzey yetkililerle görüşmeler yapmasıdır. Özellikle 2010 yılından beri
çeşitli projeler kapsamında AİHM’e ziyaretler gerçekleştirilmektedir. Adalet
bakanları ve HS(Y)K başkan vekilleri, üst düzey yetkililerle görüşmeler yapmaktadır.
Benzer durum başka ülkeler için de söz konusudur. Dolaysıyla, bu tür
ziyaretlere farklı anlamlar yükleyerek sadece günümüze ve Türkiye’ye hasmış
gibi aşırı ve ölçüsüz tepkiler göstermenin makul olmadığını düşünüyorum. Bu tür
tepkiler, ancak söz konusu toplantılarda Türkiye aleyhine yapılan başvuruların
görüşüldüğüne dair, daha açık bir ifadeyle “işbirliği/pazarlık” yapıldığına
dair somut bir bilgiye dayandığı sürece anlamlı olabilir.
Diğer
bir eleştiri ise, OHAL Komisyonun kuruluş aşamasında hükümetle işbirliği
yapmasıdır. AİHM, klasik bir mahkeme formatının dışına çıkarak kendisine
yapılan başvuruları azaltmak ve birikmiş başvuruların iç hukukta kurulan
mekanizmalar aracılığıyla çözülmesi amacıyla ilgili ülkelerle ortak çalışmalar
yapabilmektedir. Mahkemenin daha etkin bir yapıya kavuşturulması ve birikmiş iş
yükünün azaltılması amacıyla Interlaken ve İzmir’de geniş katılımlı uluslararası
toplantılar düzenlenmişti.
Bu
bağlamda, Türkiye ile işbirliği yapılması yeni bir durum değildir. Örneğin, daha
önce de (2012), uzun yargılamadan kaynaklı başvuruların iç hukukta çözümü
amacıyla bir tazminat komisyonu kurulmuştu. Bu süreçte de AİHM’le birçok
kez temas kurulmuş ve AİHM’deki üst düzey yetkililerin görüşleri doğrultusunda
komisyonun yapısı ve işleyişi şekillendirilmişti. AİHM kendisine yapılmış
başvuruları, Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan bu komisyonu gerekçe
göstererek kabul edilemez bulmuştu. Elbette ki, bu girişimler, Türkiye’nin
kronik bir sorunu olan “AİHM karnesinin” düzeltilmesi adına iyiniyetli çabalar
olarak değerlendirilebilir. Zaten söz konusu komisyon, AİHM içtihatları ile
uyumlu, yüksek oranda kabul kararları vermişti.
Bence
bu hususta asıl tartışılması gereken konu, yapısındaki sorunlara rağmen OHAL
Komisyonuna AİHM’in “açık çek” vermesi ve bu Komisyonu en baştan etkin bir iç
hukuk olarak kabul etmesidir. Bir önceki yazıda da ifade edildiği üzere, hukuki
zeminde asla yer bulamayacak, afaki gerekçelerle on binlerce ret kararı vererek
mağduriyetlerin katlanmasına neden olmuştur. Komisyonun kurulmasını teşvik
etmek ve Komisyonu etkin bir iç hukuk yolu olarak görmek yerine, AİHM’in
öncelikle kendi içtihatları ile uyumlu karar vermesini beklemesi, sonrasında
birikmiş başvuruları bu Komisyona göndermesi çok daha yerinde olurdu.
OHAL Komisyonu,
AİHM içtihatlarına açıkça aykırı ve çok yüksek oranda ret kararları vermiştir
ve vermeye de devam etmektedir. Dolayısıyla, yukarıda değinilen uzun
yargılamaya ilişkin komisyonu ile arasında benzerlikler bulunsa da, icra
ettikleri fonksiyonun son derece farklı olduğu gözükmektedir. OHAL dönemi
işlemlerine karşı doğrudan yargı yoluna başvurma hakkı yerine öncelikle dar
yapılı bir Komisyona başvuru şartı getirilmesi, Komisyonun kararlarına karşı
sadece Ankara’daki tek bir idare mahkemesinin yetkilendirilmesi vb. hususlar
dikkate alındığında, OHAL Komisyonunun iyiniyetle kurulmadığı, AİHM’e giden
yolu uzatmak ve zorlaştırmak amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. Zira Komisyon
kendisine yapılan başvuruların yaklaşık %90’nı hakkında ret kararı vermiş,
binlerce başvuru hakkında ise hala hiçbir karar vermemiştir.
AİHM maalesef
pragmatik bir tavırla, Komisyonu doğrudan etkin bir iç hukuk yolu olarak kabul
etmiş ve kendisinde biriken başvuruları Komisyona geri göndermiştir. Temmuz
2016 ile Temmuz 2018 arasını kapsayan iki yıllık OHAL döneminde
kişileştirilmemiş, somutlaştırılmamış ve gerekçelendirilmemiş kararnameler ile bazen
tek seferde on binlerce kamu görevlisi geceden sabaha işsiz olarak uyanmıştır. Böylesine
açık bir keyfilik karşısında AİHM’den beklenen, en azından pilot dava usulünü
işleterek, kuruluş amacına uygun, etkili bir adım atmasıydı.
Benzer
şekilde, özellikle haksız tutukluluk konusunda AİHM’in yerleşik içtihatlarına
açıkça aykırı kararlar vermesine rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin hala tüketilmesi
gereken etkin bir iç hukuk yolu olarak görülmesi, “yargısal pasiflik” olarak
nitelendirilebilir.
Biraz
daha açmak gerekirse, Anayasa Mahkemesi, Bylock uygulamasını kullandıkları
gerekçesiyle, hatta bu tespit ilk tutuklama kararından çok sonra yapılsa bile,
haksız tutukluluk şikâyetlerini içeren başvuruları açıkça dayanaktan yoksun
oldukları gerekçesiyle ret etmektedir. Oysaki AİHM, gerek eski gerekse de
güncel kararlarında ilk tutuklama anında tutuklama için yeterli ve ikna edici
delil bulunması gerektiğini belirtmektedir. Buna karşın Anayasa Mahkemesi, salt
Bylock kullanıldığı iddiasını tutuklama için meşru neden olarak görmektedir.
Hâlbuki tutuklama için makul (yeterli) şüphe oluştuğunun kabulü için öncelikle
yazışma içeriklerinin tespiti gereklidir. Dahası bu içeriklerde suç unsuru bulunması
şarttır. Zira söz konusu uygulama Google Play, App Store ve APK sitelerinden yüzbinlerce kişi tarafından ücretsiz olarak indirilebilmiştir. Söz konusu delilin hukuka uygun elde edilmesi gerektiğine aşağıda
değinilecektir.
Anayasa
Mahkemesi aynı şekilde, 04/06/2020 tarihinde, mahkumiyet kararında “yalnızca” Bylock
verilerine dayanılmasının adil yargılanma hakkını ihlal etmediğine karar
vermiştir.
AİHM,
bu konuda ve ilk tutuklama anında Bylock iddiası bulunan bir başvuruya ilişkin
henüz bir karar vermemiştir. Ancak AİHM’e bu şikâyetleri içeren çok sayıda
başvuru yapıldığı ve başvurulardan bazılarının hükümete tebliğ (komünike)
edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla AİHM’in tavrının, bu yıl içerisinde ya da
gelecek yılın başlarında netlik kazanacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bylock
verilerinin MİT tarafından mahkeme kararına olmaksızın ele geçirildiği ve uzun
zaman sonra Ankara Sulh Ceza Hâkimliğinden karar alındığı Yargıtay ve Anayasa
Mahkemesi kararlarında da ifade edilmiştir. Kanaatimce, Bylock verilerinin
bağımsız ve uzman bilirkişilerce incelenmemesi gibi diğer bütün hususlar bir
tarafa, hukuka aykırı delilin mahkûmiyet kararlarına dayanak yapılamayacağı
gerekçesiyle AİHM’in ihlal kararı vermesi önceki içtihatlarına, hukuka ve
vicdana uygun olacaktır. Aksi takdirde, kendi fonksiyonunu inkâr etmiş olacak
ve kendisine güvenen on binlerce kişiyi derin bir hayal kırıklığına
uğratacaktır.
Konuyu
biraz daha açmak gerekirse, yerel mahkemeler ve Anayasa Mahkemesi dosyada sadece
Bylock iddiası olmasını yeterli kabul etmektedirler. Başka bir ifadeyle, çok
sayıda mahkûmiyet kararında kişilerin Bylock kullandığı iddiası tek başına ya
da ağırlıklı delil olarak kullanılmaktadır.
Oysaki
AİHM’e göre, hukuka aykırı şekilde elde edilen delil, tek ya da ana suçlayıcı nitelikteyse
veya bu delinin güvenirliği konusunda başvurucu tarafından ileri sürülen makul
şüpheleri giderici güvenceler sağlanmamışsa somut davanın koşullarında hak
ihlali söz konusu olabilecektir. AİHM, iç hukuk hükümlerine aykırı olarak elde
edilen belgelerin delil olarak kabul edilmesini kural olarak ve soyut şekilde
dışlamasa da, delillerin toplanma şekli dâhil bir bütün olarak yargılamanın
adil olup olmadığını belirleme yetkisine sahiptir (Schenk/İsviçre, pp. 46-48). Yargı mercilerinden izin
alınmaksızın gerçekleştirilen telefon dinlemesinin soruşturma makamları
tarafından dava dosyasına konulmasına ilişkin Schenk/İsviçre davasında AİHM,
adil yargılanma hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Ancak bu sonuca
varırken, söz konusu delilin dosyaya konmasından sonra başvurucunun buna itiraz
edebilmesini ve karşı görüşlerini sunabilmesini, daha da önemlisi, bu dinleme
kayıtlarının mahkûmiyet için tek delil olmamasını dikkate almıştır.
15
Temmuz sonrası görülen çok sayıda davada, Bylock uygulamasına ilişkin CGNAT
kaydı, tespit ve değerlendirme tutanağı gibi belgeler, şüphelilere ya da
sanıklara tebliğ edilmeksizin doğrudan dosyalarına konulmuştur. Bu tespiti
kişilerin kabul etmemesine ve hatta bazen dosyaya karşı uzman görüşü
sunmalarına rağmen bilirkişi raporu aldırılmamış, özellikle MİT tarafından ele
geçirilen Bylock verileri hiçbir mahkeme tarafından bağımsız ve uzman
bilirkişilere incelettirilmemiştir. Dolayısıyla şüpheli ve sanıklara delili
sorgulama hakkı tanınmamıştır. Dahası bu belgeler, bazen tek başına bazen de
ana delil olarak hükme esas alınmıştır. Bu nedenlerle, yukarıda değinilen AİHM
içtihadı çerçevesinde değerlendirildiğinde, adil yargılanma hakkının ihlal
edildiği açıkça görülmektedir.
AİHM’in
yeterince hızlı davranmaması ve aktif rol almaması hak arama yolunu uzatsa ve
zorlaştırsa da tamamıyla kapatmamıştır. Bilindiği üzere AİHM kararları, gerek
aleyhine başvuru yapılan devlet, gerekse de diğer taraf devletler açısından
içtihat niteliğindedir ve hukuken bağlayıcıdır. 15 Temmuz sonrası yaşanan ağır
hak ihlallerinden özellikle haksız tutukluluk ve meslekten ihraçlar hakkında
AİHM’in Türkiye (Alparslan Altan ve Hakan Baş kararları) ve diğer ülkeler
(Polyakh ve Diğerleri/Ukrayna) hakkında verdiği kararlar oldukça ümit
vericidir.
Hak ihlallerine maruz kalanlar, tüm hukuki süreçleri sonuna kadar ve titizlikle takip etmelidir. Ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılıp pes etmek, zaten en baştan kaybetmektir. Hukuk mücadelesinin başarıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ancak sürecin sonunda anlaşılabilir. Elde edilecek tazminat ve benzeri neticelerin yanı sıra, hak ihlaline maruz kalındığının uluslararası bir mahkeme aracılıyla teyit ve ilan edilmesinin son derece kıymetli bir manevi tatmin sağlayacağını düşünüyorum.
Anayasa Mahkemesi’nin AİHM’le açıkça ve kasten çeliştiği, eski bir hâkim olan başvurucunun suçüstü hali bulunduğu gerekçesiyle tutuklanmasına ilişkin Yıldırım Turan (B.No: 2017/10536) kararını bir sonraki yazımda yorumlamaya çalışacağım.
Yorumlar
Yorum Gönder