AİHM: Takdir Tekdir Dengesi ve Hak Kayıplarına Etkisi
15 Temmuz sonrası ağır hak ihlallerine maruz
kalanlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) karşı, sürecin başlarında
“aşırı” ümit beslediler ve vakit kaybetmeksizin doğrudan çok sayıda bireysel
başvuruda bulundular. Ancak yaşananlar karşısında yeterince aktif rol almaması
nedeniyle bu ümit, şimdilerde yerini derin bir hayal kırıklığına bırakmış durumda.
Biraz daha açmak gerekirse, sürecin en başlarında
alelacele, iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle başarı şansı mümkün
olmayan on binlerce başvuru yapıldı. Usulden ret (kabul edilemezlik) kararları
üzerine mağdurların ümidi kırıldı. Aşırı ümit, şimdilerde aşırı hayal kırıklığı
ve bir miktar da öfkeye dönüştü. Maalesef bu hususta şu ana kadar makul bir
denge yakalanamadı.
Son günlerde, özellikle sosyal medya aracılığıyla, kişilerin
zaten son derece zayıf olan hak arama şevklerini kıracak boyutlarda AİHM
hakkında ağır eleştiriler yapılmakta. Hâlihazırda birçok temel hak ve özgürlüğü
ihlal edilmiş bu kişilerin, ulusal ve uluslararası hukuk yollarını takip
etmeyerek bir kez daha mağdur olmaları, en azından hak kayıplarını bir nebze de
olsa telafi etme imkânlarını kaybetmeleri olasıdır.
AİHM, ilk kararını verdiği 1960 yılından ve
özellikle daha etkin bir yapıya dönüştürüldüğü 90’lı yıllardan beri, insan
haklarının korunması idealinin pratiğe geçirilmesine büyük katkı sağlamıştır.
Zaten popülaritesini büyük oranda bu başarısına, başka bir ifadeyle, insan
haklarının sınırlarını kişi lehine genişletici yorumlamasına borçludur.
Kendisinden sonra ve ondan ilham alınarak kurulan Afrika ve Amerikan insan
hakları mahkemeleri maalesef aynı etkinliğe ulaşamamışlardır.
AİHM de insanlardan oluşan bir yapıdır. Şüphesiz
ki, hatadan ari olduğunu ve tüm kararlarının doğru olduğunu söylemek mümkün
değildir. Dolayısıyla, eleştirilmesi de son derece doğaldır. Ancak bu
eleştirilerin doğrudan kurumu ve dolayısıyla burada görev yapanları değil,
kararlarını hedef alması, somut bilgi ve belgelere dayanması gerekmektedir.
Bu sayede, yöneltilen eleştiriler çok daha faydalı
olacak ve amaca hizmet edecektir. Dahası, AİHM nezdinde ve uluslararası arenada
hüsnü kabul görmesi mümkün olabilecektir. Örneğin, soyut şekilde AİHM’in son
yıllarda kasti olarak geç karar verdiğini iddia etmek yerine, somut verilerle,
hangi yıllar arasında ne kadar sürede karar verdiğinin ortaya konulması ve
eleştirilerin bu tespit üzerine bina edilmesi çok daha isabetli olacaktır.
Somut bilgi ve belgeye dayanmadan kamuoyuna yapılan
öfke dolu açıklamaların, mağdur kitlenin hislerine tercüman olsa da, antipati
uyandırdığını ve kredi kaybına neden olduğunu ifade etmekte yarar görüyorum. Zira
bu yaklaşım, uzun vadede haklı ve dayanaklı tepkilerin de dikkate alınmamasına
neden olabilir.
“AİHM’in Türk hükümeti ile açıkça işbirliği
yaptığı” gibi itham içeren açıklamaların hak ihlallerine maruz kalan kişileri
ümitsizliğe sevk ettiğine ve haklarını aramaktan alıkoyduğuna şahit olmaktayız.
Zaten büyük çoğunluğu itibariyle konunun uzmanı olmayan mağdurların, gerçekliği
tam olarak yansıtmayan bu tür açıklamalardan olumsuz etkilenmeleri gayet
tabidir. Bu kişilerden bazıları, halen başvuru şartlarını taşımalarına rağmen,
ümitsizliğe ve önyargıya kapılarak maalesef başvuru yapmaktan vazgeçmiş
durumdadırlar.
Çok daha düşük oranda ve kısık bir ses tonuyla,
başvuru yapılması gerektiğini dair yapılan açıklamalar, maalesef ağır
eleştirilerin gölgesinde kalıyor. Zaten bu denli ağır eleştirilerden sonra,
çoğunlukla basit bir dilekçeyi yazmaktan bile imtina eden hukuk yorgunu bu
insanların, bilmeyenler için oldukça karmaşık gözüken AİHM’e bireysel başvuruda
bulunmalarını beklemek gerçekçi olmayacaktır.
AİHM’e yönelik eleştirilere ve katılıp katılmadığım
hususlara bir sonraki yazıda yer vermeye çalışacağım. Söz konusu yazıda
ayrıntılı değinileceği üzere, öteden beri süregelen sorun ve olaylar hakkında
bile, ilk defa oluyormuş ve sadece günümüze hasmış gibi aşırı ve ölçüsüz
tepkiler göstermek makul gözükmemektedir.
Her ne kadar bu tür açıklama ve tepkilerin AİHM
üzerinde baskı oluşturacağı savunulsa da, bu argümanın somut gerçeklikle
uyuşmadığı kanaatindeyim. Tepkiler ancak bilgi, belge ve kararlara dayanması
halinde, en azından uluslararası camiada, kabul görebilecektir. Örneğin hukuki
zeminde asla yer bulamayacak, afaki gerekçelerle on binlerce ret kararı
vermesine rağmen OHAL Komisyonunun etkinliğinin AİHM tarafından sorgulanmaması
eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Benzer şekilde, özellikle haksız
tutukluluk konusunda AİHM’in yerleşik içtihatlarına açıkça aykırı kararlar
vermesine rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin hala tüketilmesi gereken etkin bir iç
hukuk yolu olarak görülmesi, somut kararlardan örneklerle, mutlaka tenkit
edilmelidir.
Ancak her şeye rağmen, hak ihlaline maruz kalanlara
düşen yılgınlığı kapılmadan, hayli uzun ve zahmetli de olsa, önce ulusal, sonra
da uluslararası boyutta haklarının takipçisi olmaktır. Elbette ki gecikmiş
adalet, tüm yaraları sarmaya yetmeyecek, hak kayıplarını tam olarak telafi
edemeyecektir. Ancak sorunların çözümü adına sarf edilen bu gayretler, ilerde
öncelikle ilgili kişiler ve belki de diğerleri adına olumlu gelişmelerin
yaşanmasına neden olabilecektir.
Hak ihlaline maruz kalanların rasyonel ve makul
hareket tarzını benimsemeleri çok daha faydalı ve yerinde olacaktır. Öfkeyle
hareket etmek, ancak zarar olarak geri dönecektir. Örneğin, AİHM’in yarım
asırlık içtihadına uygun bir ret kararı verdiğinde bile tepki göstermek yerine,
eksik başvuru yapılmasının önüne geçilmesi ve bu sayede başvuruların başarı
şansının arttırılması adına neler yapılması gerektiğine odaklanmak daha yerinde
olacaktır.
Unutulmamalıdır ki zaman bir şekilde akıp gidiyor.
Geçmez denen nice zaman, çoktan geçip gitti. 15 Temmuzdan bu yana neredeyse
dört yıl oldu. Önümüzdeki yıllar da bir şekilde geçecek. Eğer bugünlerde gereği
yapılmazsa, mağdurların bir kısmı hak kayıplarını kısmen de olsa telafi
ederken, diğerlerinin ikinci kez mağdur olmaları muhtemeldir.
Yorumlar
Yorum Gönder